Hayat şimdi bir asmanın sarılışı gibi sarıyordur bedeni. Tıpkı iki sonsuzluğun arası gibidir yaşam. Mevsim yüreklerimizde demlenirken kışa, öksüz kalmış bir coğrafyanın sevdasına yanmak, tarifsiz bir acı gibidir. İşte yaşamı anlamlı kılan, yaşanmışlıkların ucuz anlatımı değil, tutturabilmektir acıların rengini…
Mevsim kışa evrildi. Oysa mevsimin tenhasında, yaban çiçekleri gibidir avutulmuş çocuklar. Dört mevsim yürekleri kanar. Munzur suskun, tıpkı içimizdeki nehirler gibi. Dağlarına sisler çökmüş, gökyüzü ağlamaklı. Uykular, beyaz renge takılı kalır ayazlarda. Ve dev karanlıklar emer umutları.
Sorsam, söyler mi dağların, gördüklerini. Dağların dorukları, uçurumlar, vadiler, bozar mı suskunluğunu? Dağlarını yalayarak geçen gök mavisine, ormanını, suyunu, yalayarak geçen güneş ışınlarına sorsam, sonlandırır mı suskunluğunu? Ey dağlar! Etrafı silip-süpürmemişken rüzgarların, umutları yutmamışken mevsim, bahara açılan bir gül gibi ses ver sesime..
Anlatmak olası değil, ağıtların özetliyor seni. Senin gecelerinde geçti rüyalarım. Masallarını, öykülerini ve acılarını dinledim, üzgün bir serçe gibi. Oysa acılarına denk düşmüyor, yüreğim. Sığmıyor yüreğime, yaşananlar. Sadece kendimi dağların yerine, geçmişin acılarına vuruyorum. Anılarla beslenmek mümkün olmasa bile..
Hasret bu mevsimde, içimize düşürüyor kar tanelerini. Munzur’u içmişken yaz mevsimi, şimdi ayazların boşluğunda yitiriyor anılarını. Keklikler, ihanetleri kovalarken pusularda, meşe ağaçları mevsime bedel ödüyordur. Umutlar, tutsak anılara yaslanıyor ve güneşe doymuyor düşler.
Zamanın keskin yüzü dokunduğu yeri kanatıyor. Gerçekler bıçak yarası gibi duruyor böğrümüzde. Kilitli kalan yüreğimizdeki acılar, çiçek gibi, yaprak gibi yeşeriyor içimizde. Ve seni doğuruyor mevsim. Yeniden, cemreler düşürüyor toprağa…
Ey hayat; ihaneti ve acıyı geçmiş mevsimlere mi sormalı? Yoksa, baharların renk cümbüşünde mi aramalı?